HACI BEKTÂŞ-I VELÎ’NİN TASAVVUF FELSEFESİ

Mehmet Necmettin Bardakçı· 

Hz. Osman döneminde 31/651’de Basra valisi ve Horasan emiri Abdullah b. Âmir komutasındaki Müslüman askerler vasıtasıyla İslâm’la tanışan Nişâbur,[1] ortaçağda Merv, Herat ve Belh ile birlikte Horasan bölgesinin en önemli dört şehrinden biridir. Emevî ve Abbasîlerden sonra Gazneliler, Selçuklular ve Harizmlier dönemlerinde bir ilim ve kültür merkezi hüviyetindedir. 618/1221’deki Moğol istilası sırasında birçok kültürel değerini kaybeden Nişâbur, yetiştirdiği âlim, filozof ve sûfîleri ile haklı bir şöhret yakalamıştır.[2]

Hacı Bektaş-ı Velî’nin anayurdu olan Nişâbur, tasavvuf zümreleri açısından önemli bir konuma sahiptir. IX-X. Yüzyıllarda ortaya çıkan ve sonraki dönemlerdeki birçok tarikatı etkileyen Melâmetîlik, Nişâbur sûfîlerinin temel özelliğidir. Bu anlayışı hayat felsefesi yapanlar arasında hepsi de Nişâbur’lu olan: Yahya b. Muâz er-Râzî (ö.258/871), Ebu Hafs Haddâd (ö.270/883), Şah Şuca’ Kirmânî (ö.270/884), Hamdûn Kassâr (ö.271/884), Ebu Osman el-Hîrî (ö.298/910), Mahfûz b. Muhammed en-Nisâburî (ö.304/916), Abdullah b. Münâzil (ö.331/942) ve İbn Nüceyd (ö.365/975)’in isimlerini sayabiliriz.[3]

Böyle bir sûfî mirasına sahip olan Nişâbur, Hacı Bektaş-ı Velî’nin doğduğu yıllarda (606/1209) Harizmşahların yönetiminde idi. Vilâyetnâme’ye göre Hacı Bektâş-ı Velî’nin babası Seyyid Muhammed, annesi ise Nişâbur ulemâsından; Seyyid Ahmed’in kızı Hateme Hatun’dur. Nişâbur’da dini ilimleri tahsil ettikten sonra Ahmed Yesevî’nin müridlerinden Lokman Perende’den tasavvuf terbiyesi almıştır. Aldığı manevî bir işaretle Horasan’dan Anadolu’ya gelirken önce hac vazifesini yerine getirmek üzere Hicaz’a yönelmiştir. Yolu üzerinde bulunan Necef’e uğrayarak Hz. Ali’nin kabrini ziyaret etmiş, daha sonra Mekke ve Medine’yi ziyaret ederek hac görevini yaptıktan sonra, Anadolu’ya gelip Kırşehir yakınlarındaki Sulucakarahöyük’e yerleşmiş ve 669/1271’de orada vefat etmiştir.[4] Kabri Kırşehir’de kendi adını taşıyan Hacı Bektaş kasabasındadır ve sevenleri tarafından ziyaret edilir. 1582’de yaptırılan türbesinin yanında bir zâviye vardır.

Hz. Muhammed (sav)’in ahlâkını hayat düsturu yapan Hacı Bektâş-ı Velî, aldığı manevî bir işaretle Horasan’dan Anadolu’ya gelerek tıpkı Ahmed Yesevî (ö.562/1167)’nin Türkistan’da yaptığı gibi fıkıhla örfü, Oğuz töresiyle Kur’an ve Sünneti telife çalışarak, İslâmiyet’in Türkmenler arasında yayılmasını sağlamıştır. En büyük kerâmeti, gönülleri etkilemekteki gücüdür. O, ne Barak Baba (ö.707/1307) gibi meczub bir derviştir; ne de Geyikli Baba (ö.?) ve Mevlânâ (ö.672/1273) gibi devlet ricaliyle yakın ilişki içerisinde olmuştur. Tarihî olarak Ahmed Yesevî’nin müridi olmamakla beraber onun tasavvufi düşüncelerinin ve öğretisinin Anadolu’daki takipçisi olmuştur.[5]

Hacı Bektâş-ı Velî’nin tasavvufî düşünceleri; bir taraftan Babaîler vasıtasıyla Tâcü’l-ârifîn Ebu’l-Vefâ el-Bağdadî (ö.501/1107)’ye, oradan da Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221)’ya; diğer taraftan ise Ahmed Yesevî’ye ulaşır. Onun tasavvufî düşünceleri, XIII-XIV. yüzyılda Anadolu’da bulunan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Necmeddin Dâye, Mevlânâ, Ahi Evran, Yunus Emre ve Evhadüddin Kirmânî gibi aynı kaynaktan, yani Kur’an’dan ve Sünnetten beslenir. Diğer sûfîlerle onun arasındaki fark, anlayış ve yorumlamadan kaynaklanmaktadır. Bu da tasavvuf ve İslâm düşüncesinin zenginliğidir.

1. Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları

1.1. Kur’an-ı Kerim

Hacı Bektaş-ı Velî’nin tasavvufî düşüncelerinin temelinde Kur’an-ı Kerim vardır. Makâlat adlı eserinde dört kapı kırk makâmı açıklarken her bir makâmda bir ayete yer vermesi bunun göstergesidir. Ayrıca onun “Bir olalım, iri olalım, diri olalım,” sözü Âl-i İmrân suresi 3/103 ayetinin Türkçe özetidir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.”

1.2. Hz. Muhamed (sav)’in Hadisleri

Hacı Bektaş-ı Velî tasavvufî düşüncelerini açıklarken Hz. Peygamberin hadislerine yer verir. Bunlardan bazısı şunlardır:

 “Müminin kalbi Allah’ın evidir.” [6]

“Bir saatlik tefekkür yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır.” [7]

“Fakirlik benim övüncümdür.” [8]

“Akıl, yeryüzünde Tanrı Teâlâ’nın terazisidir.” [9]

 “İnsanoğlunun içinde bir et parçası vardır. O et parçası düzelirse bütün beden düzelir, bozulursa bütün beden bozulur. İşte o kalptir.” [10]

“Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletlidir.” [11]

“Dünya sevgisi her hatanın başıdır. Onu terk etmek ise ibadetin esasıdır.” [12]

“Mezar ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”[13]

1.3. Türk Töresi

Türk kültür yapısının en hassas ve ince dokusunu oluşturan Türk Töresi, Türklerin yazılı olmayan yasalarıdır. Aileden devlete, kişilerin ilişkilerinden toplumun düzenine kadar her alanda oluşmuş, kişi ve toplum davranışlarını yönlendiren temel kurallar bütününe Türklerde "Töre" adı verilmektedir. Türk örf ve âdetlerini, ahlâkını, Türklerin özelliklerini ve görgüsünü de içine alan bu yasalar, binlerce yıl içerisinde oluşmuştur.

Türkmenler arasında irşâd faaliyetleri yaparak onlardan canlı, dinamik bir toplum inşa etmeye çalışan Hacı Bektaş-ı Velî, kendisi de bir Türkmen olduğu için Türk töresinin, örf ve âdetlerin içinde büyümüştür. Bu yüzden Türk töresi ile Kur’an mesajını telif etmede başarılı olmuştur. Bazen tekkede, bazen onlarla birlikte bahçede ve tarlada çalışırken anlayacakları şekilde onlara İslâmiyet’i anlatmıştır. 

1.4. Melâmetîlik

Horasan sûfîlerinin hayat tarzını ifade eden tasavvufî bir meşrep olan Melâmetîlik,[14] sûfîliği güzel ahlâkı yaşamak olarak kabul eden, halleri doğru, muameleleri edepli dervişlerin hayat tarzıdır.[15] Temelinde sûfî-fütüvvet anlayışı bulunan Melâmetîliğin özellikleri şu şekilde sıralanabilir: Riyadan kaçınmak amacıyla gizlilik ve şöhretten sakınmak, hayırları gizlemek, kötülükleri örtmekten kaçınmak, halkın değil Hakkın rızasına uygun davranmak, belirgin bir kıyafet giymemektir. Melâmetîlik tefekkürden daha çok amele dayanır. Bu bakımdan melâmetî; “iyiliğini açıklamayan, kötülüğünü de gizlemeyen kimse,” olarak nitelendirilir.[16]

Nazarî temelleri kötümserlik ve fütüvvet olan melâmetîler, amellerde gizlilik ilkesine bağlılıkları sebebiyle, sahip oldukları ilim hakkında konuşmayı, hâllerin ortaya çıkmasını, kerâmet gösterilmesini tasvip etmemişlerdir. Zâhirin ibadetlerle süslenmesini şirk, bâtının haller ile süslenmesini dinden çıkmak sayan melâmetîler, kendilerine eziyet edenlere tevazu gösterip yumuşak davranırlar. Dil, kalp, sır ve ruhun zikrine devam ederler fakat taatlerden lezzet almaya engel olurlar. Bir mürşidin gözetiminde yoluna devam ederler. Her zaman nefislerini kusurlu, halkı ise yapmadıklarından dolayı mazur görürler. Amele güvenmeyi akılsızlık ve küstahlık sayarlar. İlmi ehli olmayana vermezler. Semâ esnasında temkinli olup ağlayıp sızlamazlar, nara atmazlar. İnsanların ayıplarını görmezlikten gelip onların kusurları ile uğraşmak yerine kendi nefislerinin eksikliklerini gidermeye çalışırlar. Kendilerine hürmet gösterilip hizmet edilmesini istemezler. Firâset ehli olduklarından ilim ve işaretlerin incelikleri konusunda konuşmazlar. Allah’a tam tevekkül ederler ve kerâmetlerini gizlerler. Dostlar arasında iyi bir arkadaş olmaya özen gösterirler.[17]

Sahip olduğu düşünce yapısı ve davranış biçimleriyle klasik manada bir tarikat olmayan Melâmetîlik, her ne kadar Horasan bölgesine hasredilse de, İslâm coğrafyasının tamamında Melâmetî düşünceyi taşıyan ve sergileyen sufîlere rastlanmaktadır. Bu durum Melâmetîliğin çok geniş bir yelpazede temsil edildiğini göstermektedir.[18] Türkler arasında yayılan Yesevîlik, Kübrevîlik, Bektâşîlik, Mevlevîlik ve Nakşibendîlik gibi tarikatların belirgin görünümünü oluşturan melâmetiliğin Hacı Bektaş-ı Velî’nin tasavvuf felsefesinde önemli bir yeri vardır.

1.5. Fütüvvet

Yiğitlik bakımından ilk örneği Hz. Ali, cömertlik bakımından ilk modeli ise Hatem-i Tâî olan fütüvvetin ilk nüveleri II/VIII. yüzyılda görülür. Önceleri sosyal ve toplumsal hayatta bir ideal iken zamanla ruhanî hayatta bir ülkü olup tasavvufî bir mahiyet kazanan fütüvvet, Allah’ın emirlerine uyup güzel bir şekilde ibadet etmek, her türlü kötülüğü bırakıp iyiliklere koşmak, gizli ve açık en güzel ahlâka sarılmaktır. Açıkta yapmaktan utanılacak şeyi gizli olarak yapmamaktır. Halkın yaptığını hoş görmek, kendi yaptığına hayıflanmaktır.

Fütüvvetin olmazsa olmaz şartları şunlardır: Doğruluk, vefâ, cömertlik, güzel huy, dostlarla iyi geçinip kusurlarını görmezlikten gelmek, göz tokluğu, ana babaya iyilik etmek, akrabayı ziyaret etmek, güzel komşuluk, ev halkına iyi davranmak, çocukları terbiye etmek, büyüklere karşı saygılı olmak, kin ve nefretten, aldatmaktan kaçınmak, misafirlere hizmet etmek, kötülüğü iyilikle karşılamak, gelmeyene gitmek, alçakgönüllü olmak, halkın yaptıkları işlerde müsamaha göstermek, insanlara şefkatli davranmak, fakirlere acıyıp merhamet etmek, âlimlere saygı göstermek, dili yalan ve gıybetle kötü sözlerden, gözü harama bakmaktan korumak, amellerde ihlâslı olmak, hâllerde doğruluk, dışı ve içi gözetmek, iyilerle arkadaş olup kötülerden kaçmak, dünyanın geçici nimetlerinden dolayı böbürlenmemek, zenginlere zenginliklerinden ötürü saygı göstermemek, hiç kimseden çekinmeden doğruyu söylemek ve nimetlere şükredip belâlara sabretmektir.[19]

Horasan melâmet ve fütüvvet düşüncesinin temsilcisi olan ve sonraki dönemlerde Horasan Erenleri diye anılan bu tasavvuf zümreleri, insanların gönlünü İslâm’a açmada ve yeni yurtlar kurulmasında büyük gayret göstermişlerdir. Horasan’dan Anadolu’ya gelerek halkı irşâd eden Hacı Bektâş-ı Velî’nin bu bakımdan önemli bir yeri vardır.

1.6. Tevhid/Vahdet-i Vücûd

Vahdet-i vücûd, Allah’tan başka hiç bir hakiki vücûd kabul etmeyen, bütün varlıkları Mutlak vücûdun isim ve sıfatlarının tezahürü ve tecellisi sayarak hakiki varlığa nazaran onların ezelî ve ebedî yokluğu ifade ettiğini keşf ve tecrübe yoluyla ortaya koyan tasavvufi bir meslektir.[20] Nûr-ı Muhammedî anlayışı ile doğrudan ilgili olan vahdet-i vücûd düşüncesinin temelinde tevhid anlayışı yer alır. Tevhid, beşeriyet eserlerinin yok olup ulûhiyetin ortaya çıkmasıdır. Cüneyd Bağdadî’nin ifadesiyle;“kadimi sonradan olandan ayırmaktır.[21]

Sûfîlerin havâs zümresi, tevhidin zât, sıfat ve esmâdan oluşan her üç mertebesinin de, kul üzerinde “zevk” ve “hâl” olarak gerçekleşmesini isterler. Tevhidin en mükemmel hali olan vahdet-i vücûd düşüncesi, ilk mutasavvıflar tarafından dile getirilmekle birlikte, İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) tarafından sistemleştirilmiş, talebesi Sadreddin Konevî (ö.673/1274) tarafından “vahdet-i vücûd” diye adlandırılmıştır.[22] Tasavvuf zümrelerinin pek çoğu tarafından benimsenen tarikatlar üstü bir anlayış olan vahdet-i vücûd, Hacı Bektâş-ı Velî’nin tasavvuf felsefesinde de yansımasını bulmuştur.

1.7. Nûr-ı Muhammedî ve Sırr-ı Ali

Tanrının ilk yarattığı şeyin neliğiyle ilgili olarak III/IX. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan Nûr-ı Muhammedî terimi vahdet-i vücûdla ilgilidir. Buna göre; Tanrıdan ilk tecellî eden şey, Hz. Muhammed (sav)’in nûrudur. Nûr-ı Muhammedî olgusu, sadece manevî bir olgu olmayıp, Hz.Adem’den itibaren bütün peygamberlerde tezahür ederek Hz. Muhammed (sav)’in şahsında tecessüd eden bir nûrdur.[23]

İslâm’ı kabullerinden itibaren Türk Milletinin müşterek bir hasleti olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, Hacı Bektâş-ı Velî’nin tasavvuf anlayışını şekillendiren inanç motiflerinden biri olmuştur. Hz. Ali’nin; sûfî geleneğin bazı tarikatlarının yanı sıra Hacı Bektâş-ı Velî’nin Hz. Muhammed (sav)’e ulaşan tarikat silsilesinin en üstünde yer alması, sahip olduğu ahlakî hasletler ve İslâm’a olan üstün hizmetleriyle kâmil insan olarak kabul edilmesi bu sevgiyi daha belirgin hale getirmiştir.

Sırr-ı Ali anlayışı, tasavvufta önemli bir yeri olan Nûr-ı Muhammedî düşüncesinin Bektaşîliğe uyarlanan biçimidir. Nitekim Hz. Peygamber’in Hz. Ali’nin faziletine dair söylediği “Ali’den başka fetâ, Zülfikârdan başka kılıç yoktur,[24] hadisinden hareketle Zülfikârnâmeler kaleme alınmıştır.

Allah-Muhammed-Ali üçlemesinde; Allah, bütün tanrısal sıfatlara sahip olarak her şeyin yaratıcısı, her şeyin hâkimi, her şeye gücü yeten ve hakikatin kendisidir. Hz. Muhammed, nübüvvet vasfıyla şeriat sahibi olarak insanlara yol gösteren dini tebliğ eden ve öğretendir. Hz. Ali ise, velâyet vasfıyla tarikat sahibi olarak kâmil insan makamında insanların manevî terbiyelerini tamamlamaları için onlara örnek olandır. Hz. Ali’nin örnek alınması, nübüvvetin sadece Allah’ın seçtiği kimselere hasredilmesi ve bunun da Hz. Muhammed ile birlikte sona ermesiyle ilgilidir. Oysa velâyet vasfı Hz. Ali, imamlar ve veliler vasıtasıyla devam eden, süreklilik arz eden bir özelliğe sahiptir. Bu devamlılık, insanlara, bu dünyadaki manevî eğitimleri ve tarikat yolunda kat ettikleri makamlara paralel olarak hakikat ve marifet sırlarına ermeleriyle ona ulaşabilme imkânı sağlar. Bu yolda örnek alınacak kâmil insan velâyet pîri Hz. Ali’dir.[25]

1.8. Hurûfîlik

İlm-i hurûf da denilen Hurûfîlik, eski çağlardan beri harflerle sayıları kutsal ve gizli anlamlar içerdiğini kabul edip insana ve tabiata tesir etme gücünün bulunduğunu belirterek bunlara çeşitli sembolik anlamlar yükleyen bir anlayışı temel alır. Harflerin esrarına dayanan Hurûfîlik, Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd ile eski Yunan ve Roma, Hint ve Mısır kültürlerinde yer alır. İslâm dünyasında ilm-i hurûf, ilkçağ tabiat felsefesinin Cabir b. Hayân (ö.200/815) gibi gnostik düşünürlerce yorumlanmaya başladığı II/VIII. yüzyılda görülmeye başlamıştır.

Şiilerle sûfîlerin yanı sıra çeşitli Müslüman gruplar arasında büyük ilgi gören ilm-i hurûfun yaygınlık kazanmasında sûfîlerin önemli rolü olmuştur. Özellikle Maruf el-Kerhî (ö.200/815), Zünnûn el-Mısrî (ö.245/859), Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), İbn Meserre (ö.319/931), Ebu Bekir Şiblî (ö.334/945), Sühreverd-i maktûl (ö.587/1191), Ahmed b. Ali el-Bûnî (ö.622/1224), İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) ile İbn Seb’in (ö.669/1270) ve Abdurrahman el-Mağribî (ö.1085/1674)’nin sözlerinde ve eserlerinde bu anlayışın izlerini bulmak mümkündür.[26]

Hacı Bektâş-ı Velî’nin de bu anlayıştan etkilendiği görülmektedir. Onun insanın yaratılışı ile âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hz. Muhammed (sav)’in adının harfleri arasında kurduğu bağlantı bunun bir yansımasıdır. Ona göre insanın şekil açısından yaratılışı Muhammed adının harflerinin şekline benzemektedir. Bu bağlamda insanın başı (م ) M harfi, elleri (ح) H harfi, karnı (م ) M harfi, ayakları (د ) D harfi gibidir. Diğer taraftan Hacı Bektâş-ı Velî İslâmiyet’in beş esasından biri olan namazın kılınma şekli ile Ahmed adı arasında da bir benzerlik kurmaktadır. ( ا ) Elif kıyama, (ح) H rükûya, (م ) M secdeye, (د ) D tahiyyattaki oturuşa benzer. [27]

Edeb kelimesini de bu anlayışa göre yorumlayan Hacı Bektâş-ı Velî, ( ا ) Elif’in “eline sahip olmak”, (د ) Dal’ın “diline sahip olmak”, (ب) Ba’nın da “beline sahip olmak” anlamını içerdiğini ifade etmiştir.

2. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tasavvufî Düşünceleri

Hacı Bektâş-ı Velî’nin tasavvufi düşüncelerini Allah, insan ve âleme bakış açısı çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Ona göre tasavvuf; Tanrı’dan başka her şeyden uzaklaşmaktır. Her türlü düşünceyi bir kenara bırakıp eldeki malı ihtiyaç sahiplerine vermektir. Kuyuya düşen bir kimse gibi yaparak her şeyi Allah’a havale edip tevekkül etmektir. Çünkü tevekkül, iyiliğin yapılmasını veya engellenmesini Allah’tan başkasından bilmemektir. Başkalarının günahlarını görmezlikten gelmek en büyük mürüvvettir.[28]

Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler; Allah’a karşı doğru ve dürüst, halka karşı adaletli ve insaflı, büyüklere saygılı, küçüklere şefkatli, düşmanlara müsamahalı, dostlara vefalı, dervişlere cömert, âlimlere alçakgönüllü, cahillere karşı ise suskun olmalıdır. Âlimlere tefekkür ve düşünce, dervişlere riyâzet ve zikir yaraşır. Âlimlere ilim, dervişlere velâyet gerekir. Fikirsiz bilgin serâp, zikirsiz derviş haraptır. Fikirsiz bilgin kanatsız kuş, zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır. Fikirsiz bilgin Nuh’suz gemi, zikirsiz derviş ruhsuz kalptir. Fikirsiz bilgin Tûr’suz Musa, zikirsiz derviş nûrsuz kandildir.[29]

Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre; dervişlik aç gözlülüğü, mal ve para biriktirmeyi bırakmaktır. Gerçek derviş, hiç kimsenin kendisini incitmesinden incinmez. Er odur ki, kırılmaya layık olanı da kırıp gücendirmez.[30] İnsanın süsü ve güzelliği sözlerinin doğruluğunda ve iyiliğinde, olgunluğu dürüstlüğündedir.[31]

Onun Tasavvufî Düşünceleri; ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır, bir olalım, iri olalım, diri olalım ve eline, beline, diline sahip ol, sözleriyle özetlenebilir.

2.1. Allah

Hacı Bektaş-ı Velî Allah’ın varlığını ve birliğini, yerlerin ve göklerin sahibi olduğunu, yücelerden yüce, rahmetinin çok geniş ve kullara nimetleri bağışladığını vurgular. 150 kadar ayete yer verdiği Makâlât’ta her konuda Kur’an’dan bir ayet zikrederek, her şeyin Kur’an’da açıklandığını belirtir. [32]

Hacı Bektaş-ı Velî’ye göre, Çalap Tanrı’nın sıfatlarını bilmek konusunda insanlar acizdir. Hakk Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Herkes bunları bilir fakat niteliğini bilmez.[33]

İnsan Allah’ın bildirdiği her şeye inanmalı, Allah’ın yüceliği karşısında acizliğini fark edip verdiği nimetlere şükretmelidir. Çünkü “Her kim Kendini bilirse Rabbini de bilir.” Kendinin farkında olmayan birisi insan suretinde olsa da insanlıktan nasibini almamıştır. O, ne kendini, ne Allah’ı ne de Hak ehlini bilir. Bu yüzden hayvanlardan daha aşağı bir mertebededir. [34]

Hacı Bektaş-ı Velî’ye göre, Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. Hz. Ali’nin “Görmediğim Allah’a tapmam” sözü bunun bir delilidir. Bu yüzden insan Allah’ın her yerde kendisini murakebe ettiğini bilmeli ve görmelidir. [35]

Allah kuluna her şeyden, kendisinden bile daha yakındır. “Biz ona şah damarından daha yakınız,”[36] ayeti bunun bir ifadesidir.

2.2. İnsan ve Âlem

Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre Allah ilk insan olan Âdem’i topraktan yarattıktan sonra onun şerefli bir varlık olmasını arzu ettiği için başını kudret nuruyla, gözlerini ibret nuruyla, alnını secde nuruyla, dilini zikir nuruyla, dişlerini Muhammed Mustafa (sav)’in nuruyla dudaklarını tesbih nuruyla, ensesini kuvvet nuruyla, bedenini hilat nuruyla, sırtını yiğitlik nuruyla, göğsünü ilim nuruyla, karnını hilim nuruyla, belini izzet nuruyla, giysisini emanet nuruyla, oyluğunu emir ve nehiy nuruyla, bağrını hoşnutluk nuruyla, dizini rükû nuruyla, ayağını ibadet nuruyla, topuklarını şevk nuruyla, dalağını üns (yakınlık) nuruyla, ellerini cömertlik nuruyla, tırnağını şefaat nuruyla, gönlünü tevhid ve iman nuruyla bezeyip sıvadı. Saygı nuruyla düzeltti. Vuslat nuruyla götürdü. Âdem’in toprağını Azrâilin eline verdi. Rahmet suyuyla yoğurdu, mârifet suyuyla suvardı. Sonra da ona ruh üfledi. Daha sonra rıza suyuyla yıkayıp ululuk ve ihtişam tacını başı koydu. Kerâmet hilatini giydirip yücelik kürsüsüne oturtarak Halife adını verdi. [37]

Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre insan, âlemin küçük bir örneğidir. Çünkü âlemde olan her şey insanda da vardır. İnsan âlemi meydana getiren dört unsurdan yaratıldığı için onların bütün özelliklerine sahiptir. Ancak bu özellikler herkeste aynı ölçüde değildir. Kimisinde hava, kimisinde ateş, kimisinde su, kimisinde de toprak özelliği ağır basar. Bu yüzden insanların kabiliyetleri de farklıdır. Bu dört unsurdan hareketle insanları dört gruba ayıran Hacı Bektâş-ı Velî, bunların dört kapı olarak vasıflandırdığı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ehli kişiler olduğunu belirtir. Ona göre bu gruplar şöyle sıralanır:

     Âbîdler: Şeriat taifesi olup havanın özelliğine sahiptir. Bunların şeriata sımsıkı sarılarak nefsin arzularından uzaklaşmaları gerekir. Avâm tabakasını teşkil eden âbidlerde kibir, haset, kıskançlık, cimrilik ve düşmanlık bulunduğundan birbirlerini incitirler.

     Zâhidler: Tarikat ehli olup ateşin özelliğine sahiptir. Korku ile ümit arasında hayatlarını geçiren zâhidlerin en önemli kaygısı ahiret için ibadet ve yararlı işler yapmaktır. Onların bilgisi ilme’l-yakîndir.

     Ârifler: Marifet ehli olup suyun özelliğine sahiptir. Bu yüzden hem temiz hem de temizleyici olmaları gerekir. Tefekkür, sohbet, velâyet ve ayne’l-yakîn bilgi âriflerindir.

     Muhibler: Hakikat ehli olup toprağın özelliğine sahiptir. Bu yüzden tevazu, teslimiyet ve rıza muhiblerin temel özellikleridir. Onlar münâcat, müşâhede ve hakka’l-yakîn ehlidir.[38]

İnsan ile âlem arasında bir benzetme yapan Hacı Bektaş-ı Velî, insanın başını arşa benzeterek arşın her şeyin en üstünde olduğu gibi başın da bedenin en üstünde yer aldığını ifade eder. Başta bulunan akıl, ilham, idrâk, aşk-ı didâr ve marifet tıpkı arşta bulunan Çalap Tanrı’nın hazineleri gibidir. Akıl ay, marifet güneş, ilim de yıldızlar gibidir. [39] Ona göre insan vücudunda bulunan deri, et, kan, damar, sinir, kemik ve ilik gibi yedi organ yedi kat semaya benzemektedir.[40]

Hacı Bektaş-ı Velî’ye göre gönül bir şehre; ten hisara; göğüs pazara; gözler teraziye; yürek, bağır, ciğer ve dalak dükkânlara; sıdk, ikrâr, isbat, idrâk, irâde, riyâzet, şevk, muhabbet, korku ve ümit, yakîn, tevekkül kumaş ve ticaret mallarına; iman cevhere; akıl mescide; marifet ışığa benzer. Mescidin ışığı duvarları aydınlatırken, marifet ışığı arştan ferşe kadar her yeri aydınlatır. [41]

Gönlü büyük bir şehre benzeten Hacı Bektaş-ı Velî, arştan yerin derinliklerine kadar her ne yaratıldıysa gönle sığacağını belirtir. Gönülde hâkimiyet kurmak için rahmânî ve şeytâni iki güç bulunmaktadır. Rahmânî güçler; ilim, cömertlik, hayâ, sabır, riyâzet, korku ve edeptir.[42] Şeytâni güçler ise; kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralıktır.[43] Bu güçler sürekli olarak birbiriyle mücadele eder ve insanın davranışlarını kontrol etmeye çalışır.

Ona göre; edebi isteyen korkmalı, korkuyu isteyen perhizkâr olmalı, perhizkârlık isteyen sabırlı olmalı, sabır isteyen hayâ sahibi olmalı, hayâlı olmak isteyen cömert olmalı, cömertlik isteyen fakirliği tercih etmeli, fakirliği isteyen ilme sarılmalıdır. İlmi isteyen marifete erişir, marifeti isteyen canı bulur, canı isteyen aklı elde eder, aklı isteyen de Çalab Tanrı Teâlâ’yı sever. [44]

Çalap Teâlâ dünyada her ne yaratmışsa bir benzerini insanda yaratmıştır. Bu anlamda insanın çocukluk çağı sabah namazına; ergenlik çağı öğle namazına; yiğitlik çağı ikindi namazına; orta yaşlılık çağı akşam namazına, ileri yaşlılık çağı da yatsı namazına benzer. [45]

Hacı Bektaş-ı Velî ilmi aynaya benzetir. Aynaya bakan kendi yüzünü görür. Kişi odur ki kendisinin sadece iyi taraflarını değil kötü taraflarını da görür. Kendi ayıp ve kusurlarını gören kişi, kimsenin ayıbına dil uzatmaz.[46]

2.3. Dört Kapı Kırk Makam

İslâm geleneğinde mükemmelliği sembolize eden dört sayısının önemli bir yeri vardır. Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran dört kitabı; Azrail, Mikail, İsrafil ve Cebrail dört meleği; Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali dört halifeyi; Melekût, Ceberût, Nâsût ve Lâhut dört âlemi teşkil eder. Böyle bir anlayışın yaygın olduğu tasavvuf çevrelerinde yetişen Hacı Bektâş-ı Velî, bir müridin takip edip kemâle ererek Allah’a vasıl olacağı makâm ve hâlleri şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebelerinden oluşan dört kapı kırk makâm düşüncesiyle açıklar. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat tasavvufta Allah’a vuslattaki dört mertebeyi teşkil eder.[47]

Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ adlı eserinde yer alan dört kapı kırk makâm anlayışı, Ahmed Yesevî’nin Fakrnâme’sinden[48] mülhemdir. Tasavvufta önemli bir yeri olan dört kapı kırk makâm anlayışı, Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal’da da görülür.[49] Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre bu kapıların teşkil ettiği makamlar şunlardır:

2. 3.1. Şeriat Makamları

l                      İman esaslarına inanmaktır.

l                      İlim öğrenmektir.

l                     İslâm’ın beş esasını yapmak; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek,   hacca    gitmek, gazâ yapmak ve cünüplükten temizlenmektir.

l                      Helal kazanmak ve faizi haram bilmektir.

l                      Nikahlı yaşamaktır.

l                      Kadın hayız ve lohusa iken birleşmeyi haram bilmektir.

l                      Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat içinde olmaktır.

l                      Şefkatli olmaktır.

l                      Temiz yemek ve temiz giyinmektir.

l                      İyiliği emredip kötülükten sakındırmaktır (emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker).

2. 3.2. Tarikat Makamları

l                      Pîrden el alıp tevbe etmektir.

l                      Mürid olmaktır.

l                      Tıraş olmaktır. Saçları kestirip elbiseyi değiştirmektir.

l                      Nefis mücâhedesi yapmaktır.

l                      Hizmet etmektir.

l                      Havf sahibi olmak, Allah’tan korkmaktır.

l                      Recâ sahibi olmak, Allah’tan ümitli olmaktır.

l                      Hırka, zenbil, makas, seccade, tesbih, iğne ve asadır.

l                      Makam, cemiyet, nasihat ve muhabbet sahibi olmaktır.

l                      Aşk, şevk, safâ ve fakirlik sahibi olmaktır.

Bu makam cân makâmıdır. Bir cânın bu makâmda aşk ve şevkle hareket etmesine, vecde gelip kendinden geçmesine, fenâya ermesine şaşmamalıdır.

2. 3.3. Marifet Makamları

l                      Edebli olmaktır.

l                      Korku sahibi olmaktır.

l                      Perhiz etmektir, riyâzettir.

l                      Sabır ve kanaat sahibi olmaktır.

l                      Utanmak, hayâ sahibi olmaktır.

l                      Cömertliktir.

l                      İlimdir.

l                      Miskinliktir.

l                      Marifettir.

l                      Kendini bilmektir.

Marifeti bir ağaca benzeten Hacı Bektâş-ı Velî, bu ağacın kökünün müminin gönlünde, zirvesinin gökten ve arştan yukarıda olduğunu ifade eder. Ona göre marifet ağacının başı tevhid, gövdesi iman, yaprakları İslâm, dibi yakınlık, kökü tevekkül, budakları kötülükleri engellemek, suyu korku ve ümit (havf ve recâ), meyvesi ilimdir. [50]

2. 3.4. Hakikat Makamları

l                      Toprak gibi tevazu sahibi, alçakgönüllü olmaktır.

l                      Hoşgörülü olmak, yetmiş iki milleti bir görüp onları ayıplamamaktır.

l                      Elinden gelen iyilikleri esirgememektir.

l                      Dünyadaki her şeyin kendisinden emin ve güvende olmasıdır.

l                      Vahdet evinde olduğundan mülkün sahibine yüz sürmektir.

l                      Sohbette hakikat sırlarını başkalarına söylememektir.

l                      Seyr ü sülûktur.

l                      Sır saklamak ve kerâmet sahibi olmaktır.

l                      Münâcattır.

l                      Allah Teâlâ’ya vuslattır. [51]

Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre, bu sayılan kırk makâmdan biri eksik olursa, hakikat tamam olmaz. Bir kişi diliyle iman edip kalbiyle etmese, zekâtı tam vermese, Allah’ın hükümlerinden birini bâtıl saysa veya Muhammed Mustafa’yı inkâr etse, sahabeden birini haksız bilse, işlediği bütün ameller boşa gider. [52]

İnsan-ı kâmil; Şeriat kapısından girip tarikat, marifet ve hakikat kapılarına ulaşarak Allah’ı görüyormuş gibi davranış sergileyen, sevgi ve hoşgörü sembolü olan kişidir.

Sonuç olarak Hacı Bektâş-ı Velî;

l                      İlhamını Kur’an ve Sünnetten alarak Türk töresi ile telif etmiştir.

l                      Melâmetilik, Fütüvvet, Tevhid, Nûr-ı Muhammedî ve Hz. Ali Sevgisi ile tasavvufi düşüncelerini şekillendirmiştir.

l                     Sevgi ve hoşgörüyle inşa ettiği insan tipiyle Anadolu’da Türk birliğinin sağlanmasına gayret etmiştir.

l                      Tasavvufî Düşünceleri;

l                      İnsanın güzelliği sözlerinin doğruluğunda, olgunluğu dürüstlüğündedir.

l                      İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,

l                      Bir olalım, iri olalım, diri olalım,

l                      Eline, beline, diline sahip ol, sözleriyle özetlenebilir.


 

·    Doç Dr., SDÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[1]Belâzüri, Fütûhu’l-Büldân, tahkik: Abdullah Enis et-Tebba’-Ömer Enis et-Tebba’, Beyrut 1987, 567-573; Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, tahkik: Ferid Abdüalaziz el-Cendî, Beyrut ts., II, 401-402; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, tahkik: Muhammed Yusuf ed-Dekkâk, Beyrut 1987, III, 19-20.

[2] Bunlar arasında hadis âlimi Müslim b.Haccâc ve Hâkim en-Neysabûrî, filozof Ebu’l-Hasan el-Âmirî, kelamcı İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî, sûfî Abdülkerim Kuşeyrî, Gazzâlî ve Ferideddin Attâr ile şair Ömer Hayâm ilk akla gelenlerdir.

[3] Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İstanbul 2003, s.77 vd.

[4] Abdülbâkî Gölpınarlı, Vilâyet-Nâme, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İstanbul 1990, 1-2, 17-20, 27; Rudolf Tschudi, Das Vilâjet-nâme des Hadschim Sultan, Berlin 1914, metin kısmı, 3-9, 17-19; Bedri Noyan, Hacı Bektaş-ı Veli Manzum Vilâyetnamesi, İstanbul 1996, 108;  Abdurrahman Güzel, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 2. baskı Ankara 2002, 35-38; Aziz Yalçın, Makalat-ı Hacı Bektaş Velî, İstanbul 1993, 13-14. Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkmen dervişlerinden biri olan Hacı Bektâş-ı Velî’nin olağanüstü güçlere sahip yüce bir kişi olarak sunulan efsaneleşmiş tarafı, soyunu Ehl-i Beyt’e dayandırmayı kolaylaştırmaktadır. İrene Melikoff, “Alevî Bektaşîliğin Tarihi Kökenleri Bektaşî-Kızılbaş (Alevî) Bölünmesi ve Neticeleri”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Alevîler Bektaşîler Nusayrîler, İstanbul 1999, 17-23.

[5] Hilmi Ziya Ülken, Anadolu’nun Dinî Sosyal Tarihi, (Öncüler: Barak Baba, Geyikli Baba, Hacı Bektaş), Hazırlayan: Ahmet Taşğın, 2. baskı İstanbul 2003, 92, 98- 99, 104-105.

[6]  Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 54.

[7]  Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 30.

[8]  Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 16.

[9]  Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 53.

[10] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 37.

[11] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 12.

[12] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 56.

[13] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 36.

[14]Melâmet, kınamak anlamında, Arapça “levm” kökünden türetilen bir terimdir. Bâtında olanları gizlemek, zâhire çıkarmamak, şer’î amelleri bâtında işlemek, bu yolda kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda yürümektir. Melâmet, insanın iyiliklerinin Allah’tan kötülüklerinin ise kendi nefsinden kaynaklandığını kabul ile insanın, toplum içinde iyiliklerini gizleyerek, kötülüklerini de ifşâ ederek halkın kınamasına maruz kalıp, nefsini tezkiye yoluyla Hakk’a ulaşmaktır. Seyyid Şerif Cürcânî, Kitâbu’t-Ta‘rîfât, tahkik: Abdülmunim Hufnâ, Kahire 1991, 258; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995, 355-356.

[15]Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1992, 143-152; Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Tasavvufun Esasları, çeviren: H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul 1989, 91-96; Sadık Vicdânî, Tarikatler ve Silsileleri, Tomar-ı Turûk-ı ‘Aliyye, hazırlayan, İrfan Gündüz, İstanbul 1995, 4-64; Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, 190-206.

[16] Sühreverdi, Avârifu’l-Maârif, s. 91.

[17]Ebu Abdurrahman es-Sülemî, “Risâletü’l-Melâmetiyye,” neşr: Ebu’l-Alâ Afîfî, Mecelletü Külliyyeti’l-Âdâb, Kahire 1942, sayı: VI, 47-105.

[18] Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, 3-16; Bolat, Melâmetîlik, s. 33-81.

[19]Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet (Kitâbu’l-Fütüvve), çeviren ve neşreden: Süleyman Ateş, Ankara 1977, 22-94.

[20] Suad el-Hakîm, el-Mu’cemu’s-Sûfî, Beyrut 1981, 1145.

[21]Abdülkerim Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ‘Ilmi’t-Tasavvuf, Beyrut-Dimaşk 1995, Kuşeyrî Risâlesi, hazırlayan: Süleyman Uludağ, 3. baskı İstanbul 1991, 97; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, hazırlayan: Süleyman Uludağ, 2. baskı İstanbul 1996, 414.

[22]A. Avni Konuk, Fusûsu'1-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İstanbul 1990, III, 9-24; Bu konuda geniş bilgi için: M. Erol Kılıç, Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, MÜSBE Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1995.

[23] Mehmet Demirci, “Nûr-ı Muhammedî”, DEÜİFD, I, İzmir 1983, 239-245.

[24] Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ, 3. baskı Beyrut ts., II, 363.

[25] Velayet vasfının sürekliliği hakkındaki Şîî yaklaşım için bkz., Henri Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, çeviren: H. Hatemi, İstanbul 1986, 56-59.

[26]Hüsamettin Aksu, “Hurûfîlik”, DİA, XVIII, 408-409. Hurûfîliği sistemleştiren ise, Bâtınîliğin aşırı te’vil usullerini kullanarak Arapça’daki yirmi sekiz harf ve Farsça’daki farklı dört harf ile sayılar arasında çeşitli ilişkiler kurarak yorumlayan Fazlullah Hurûfî (ö.796/1394)’dir. Onun hurûfîlik anlayışı bütün yönleriyle tam bir Bâtınî din, şeriata uymak konusundaki söylemleri de tam bir takıyyedir. Abdülbâki Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, Ankara 1989, 3-24.

[27] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, Ankara ts., 32-34.

[28] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, hazırlayan: Baki Öz, İstanbul 1996, 28, 34,37.

[29] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, 60.

[30] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, 29.

[31] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, 49-50.

[32] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 32-34.

[33] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 40.

[34] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 30, 50..

[35] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 38.

[36] Kâf suresi 50/16.

[37] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 44-47..

[38] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 2-7, 31.

[39] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 34.

[40] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 34.

[41] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 29.

[42] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 21.

[43] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 28.

[44] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 28.

[45] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 41.

[46] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 55.

[47] Annemarie Schimmel, Sayıların Gizemi, çeviren: Mustafa Küpüşoğlu, 2. baskı İstanbul 2000, 108.

[48] Kemal Eraslan, “Yesevî’nin Fakr-Nâmes’si”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, cilt, 22, 45-120.

[49] Abdurrahman Güzel, “Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş Velî, Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal’da Dört Kapı Kırk Makâm”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 20. yıl özel sayısı, sayı: 41 Bahar 2007 Ankara, 19-159.

[50] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 38.

[51] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 19-30.

[52] Esad Çoşan, Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 18.